Ana içeriğe atla

KAPLUMBAĞA

 

2.Gün

 “İnsandan uzun yaşayan kaplumbağalar vardır.” bu sözü ben söylemiyorum. Nerede duyduğumu da hatırlamıyorum. Kimin söylediğini de bilmek istemiyorum. Doğruluğuyla ilgili de endişem yok. Çünkü bu sözden ve kaplumbağalardan nefret ediyorum. Aslında bu sözü duymadan önce kaplumbağalarla ilgili bir problemim yoktu. Ne zaman ki Tanrı’nın kelime kazanında “insandan”, “uzun”, “yaşayan”, “kaplumbağalar”, “vardır” kelimeleri teker teker yeryüzüne döküldü ve bir insanın ağzında hayat buldu, işte benim kaplumbağalara karşı nefretim de o zaman başladı. Neden kaplumbağalar insanlardan uzun yaşamayı hak etsinler ki? Düşünmüyorlar bile! Benim nefretimi daha da köpürtense bu hayvanların, affedersiniz, ömürlerinde bir kitap dahi okumayacak olması. Mesela ben de kitap okumam. Okuma yazma bilirim, bir keresinde öğrenmiştim ama okuyamam çünkü her ne kadar dünyanın geri kalanının gözünde bir sirk maymunu gibi olsam da ben de insanım. İnsanlar ölümlüdür. Öleceğini bilen bir insan kitap okuyamaz. Okuyacağı her kitabı bitirecek kadar uzun yaşaması mümkün değildir. İnsanlar bitiremediği işleri bitirmek için tekrar geri dönemez, ne trajedi! Ama kaplumbağaların böyle bir sorunu yoktur. Onlar öleceklerini bilmiyorlar ve bununla beraber insanlardan daha uzun süre yaşıyorlar. Aslında bu uzun yaşamda bol bol kitap okuyabilirler. Yürümek, çiftleşmek ve karınlarını doyurmak dışında başka bir iş ile uğraşmıyorlar! Bu zamanı kitap okuyarak değerlendirebileceklerken, kendilerini beğenmişçesine, almayayım canım çok işim var, diyorlar. Ne işin var, diye soracak olursan da, yemek yemem gerekiyor, diye cevap veriyorlar. Peki, ne yiyorlar? Ot, bildiğiniz yeşil renkte olandan! Neden bilmiyorum, bu beni daha da sinirlendiriyor. Kaplumbağalardan ayrı olarak da bir şeyleri neden sevmediğimi ve sinirlendiğimi bilmiyorum. Tüm insanların da benim izimden gidiyor olmasına anlam veremiyorum. Aslında anlamak da istemiyorum ancak nefes alırken düşünmek için çok zamanım oluyor. Bunu değerlendirmek istiyorum. Sahiden, insan neden sevmez? Sanki bunun için programlanmış makineler gibi, inatla sevmemek için neden arıyoruz. Az insanın bize yeteceğine dair palavralar uydurup bunu süslü sözlerle vicdanımıza onaylatıyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse ben cevabı biliyorum. Belki kabul etmek istemiyorum ama biliyorum işte! Modern insan kendini her ne kadar gelişmiş görse de aslında hala ilkel bir yaratık. Ben insanım, yaratık değilim. Benim kamburum var ama ben yalnızca kaplumbağalar kadar uzun yaşamak için onları taklit ediyorum. Eğer uzun yaşarsam, ilkellikten kurtulmuş bazı bilim insanları ışınlamayı bulabilir. Bu sayede ben de yürümekten kurtulmuş olurum. Uzun yaşarsam aynı insanlar ölümsüzlüğün formülünü de bulabilir. Bu olay gerçekleşirse ben de kitap okuyabilirim. Ne yazık ki şimdinin ilkel insanı bu durumlar bile gerçekleştiğinde kitap okumayacaktır. Onların içindeki ilkel yaratığın yürümekle ya da yaşam süresiyle bir alakası yok. Tıpkı diğer hayvanlar gibi, ölümün gerçekliğinden tamamen uzaklar. Yemeklerini ve hayatlarını paylaşacakları sayıda insanı yanlarına aldıktan sonra geri kalan insanları sevmedikleriyle ilgili türlü bahaneler uyduruyorlar. İnsan var olduğundan beri her an yalan söylemek için fırsat kovalar. Bunu neden yapar? Çünkü yalan söyleyebilir. Mesela ben bugün bir şey yaptım. Ne yaptım? Yalan söyledim. Neden söyledim? Çünkü böyle bir imkânım vardı ve ben de seve seve değerlendirdim. Parkta yürüyordum. İnsanlar her zamanki gibi bana bakmıyor gibi görünüp beni izliyorlardı. Alay edecekleri bir hareket yapmamak için kamburumu ve kendimi dikkatle taşıyordum. Ayaklarım beni yormuştu. Bir banka oturmaya karar verdim. Tam o sırada elinde gazete olan, şık giyimli bir adam karşımda durdu. Beni nasıl aşağılayacak diye merakla bekledim. Bana saati sordu. Ben de ona saatimin olmadığını söyledim. Hızla başka birine sormak için yanımdan uzaklaştı. Ona yalan söylemiştim. Her zaman yanımda iki tane saat taşırdım. Biri beş dakika ileri, diğeri beş dakika geri olur. Dışarı çıkacağım zaman hep beş dakika ileri olana bakarım, bu sayede evden daha hızlı çıkmış olurum. Ne zaman eve dönecek olsam, o zaman da geri olana bakarım. Bu sayede etrafta az insanın olduğu bir zamanda eve girip daha az insanın hakaretine göğüs germiş olurum. Her ne kadar son zamanlarda bunun farkına varmış olsalar da bu beni uzun süre rahatlatmıştır. Biliyor musunuz, o adama yalan söylemek beni o kadar mutlu etti ki; ayağımı, kamburumu ve kendimi unutarak tekrardan yürümeye başladım. Mutluydum çünkü yalan söylemek insanı neşelendirir. Bunun sırrını kimse bilmez ve sözlüklerde de mutluluğun anlamı yalan söylemek olarak verilmez ama ben biliyorum işte! Tabii ki mutluluğum, olması gerektiği gibi kısa sürdü. Önüme çıkan taşı fark etmedim ve yere çakıldım. Parkta olan ve olayı gören herkes bana güldü. Bana güldüklerini göstermemeye çalıştılar ama ben biliyordum. Hepsi iyi gibi görünmeye çalışan kötü oyunculardı. Hepsi kendini başrol sansa da aslında dekor ya da aksesuardan öte bir şey değillerdi. Bunu onlara söylemek isterdim ama yardıma ihtiyacım vardı. Bir kaplumbağa gibi ters dönmüştüm.

                                                                                                                          Devam edecek...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ölmeye Dair

Yaşanılan olmayacak mıyız en nihayetinde? Kısacık bir anı hapsedercesine, Kaydederken aklımızın bir köşesine; Karanlıklara karıştığında sevdalarımız, Adımızı hatırlayan son insan öldüğünde Hiç olmayacak mıyız, tozlara karışmışken; Çelişkiler yumağına dönmüşken, Tadı damağımızda kalmış aşkları Birer birer geride bırakırken; Veda edemediğimiz soğuk elleri Huzura hasretle teslim ederken, Muştulu haberleri beklemeyecek miyiz? Doğumunu hatırladığımız güneşin, Sevdiğimiz batışını hafızamıza kazırken gelen Hüzünlü mırıltıların doğurduğu gelecek hayalini Gömerken kasvetli hayatlara; İnanmak istemezken kapımızı çalacak, çalması gereken: Sahi, yaşanılacak olmadık mı, en nihayetinde?                                                                                 ...

Heraklitos Çeşmesi

Hikayeleri vardı ama anlatamazdı İnsanlarca gözyaşı döksen nafile, zaman gibi geçip gitti Özlem diyarlarına çadır kurdum, tepeler gül kırmızı Kırlarında yürüdüğüm hatıralarında çocukluk korkularım, Tanrıça Asteria’nın kokusu yayılırken etrafa, doğuyorum Sarı saçlı kadının uyandırdığı sabahın ilk ışıklarıyla aynı tarafa, Beyaz tenli, siyahlara bürünmüş gülümsemeye hapsoluyorum, Belirsiz portrelerde ortaya çıkmış unutulma hastalığı,  Kaybettiğimiz her erdem, aşkın ayak sesleri, Hatırlamadığımız kitaplarda yazan yemek tariflerinde geçen şifalı bitkiler reçetesi, Açıklanmadan anlaşılmayı bekleyen savaş sözcükleri, Aynı nehirde iki defa yıkanmış temiz çarşafları andırırken Ben yüzme bilmiyorum                                                                                     ...

Yalınsızı

İnanıyordum ki, bir insanı gözlerimle öldürebilirim Susmayı kelimelere tercih ettiğim zamanlarda Sesime hangi duayı yakıştırabilirim Durdurulamaz çığılar başlatmışken çığlıklarımla Tanrıyla arama bir kedi daha sokabilirim Nafile yardımlar, yaşamakla verdiğim savaşımda Varlığımı hangi felsefeye dayandırabilirim Beşir Fuat'ı anmadığım anlarda Ve nasıl sona ulaşabilirim Böylesine asi bir çocuk edasıyla Çıktığım sınav kağıdına karaladığım satırlarda yasını tutuyorum kalemimin İnandıramadım samimiyetine kalbimin Vah! Ki ne vah... Didar ÇAVDARCI