Ana içeriğe atla

KAPLUMBAĞA

3.Gün

 Bir gün yirmi dört saattir. Bunu kimin söylediğini bilmemekle beraber, herkesin bu bilgiyi kabul ettiğine eminim. Yirmi dört saat, insan olana yetmez. İnsan düşünen, yürüyen ve ölen bir varlıktır. Ben bir insanım, her gün düzenli olarak düşünürüm, bu bana acı verse de insan olmanın kurallarını yerine getirmek zorunda olduğumun bilincindeyim. Ayrıca yürürüm. Ne kadar zorlandığımı kimseye anlatamam. İnsan olmanın kurallarının değişmesi adına başvuracak bir yer bulamadığım için de yürümekten vazgeçemiyorum. Ölüme gelecek olursak orada işlerin biraz karıştığını söylemek zorundayım. İnsanlığın kurallarını koyarken anlaşılmaz bir maddeye ihtiyaç duyanlar ölüme sığınmış olmalı. Çünkü insan olmanın gerekliliği olan ölüm, aynı zamanda insan olmamanın da bir gerekliliğidir. Zaten ölümü anlamlandırabilmek için yine düşünmeye başvurmak gerekir bu sebeple lafı uzatmaya gerek yok; benim dışımda tanıdığım hiç kimse insan değil. Örnek verecek olursam Anahtarcı’dan başlayabilirim: Anahtarcı’nın düşündüğüne dair bir emareye hiç rastlamadım. Düşünen insan yorgun olur. Bu adam düzenli olarak sevişmesine, yalanlar uydurmasına ve hatta çalışmasına rağmen hiç yorulmuyor. Zaten kendisi düşünmenin ne demek olduğunu da bilmiyor. Öleceği gerçeğiyle de ilgilenmiyor. İnsan olsaydı böyle olmazdı ve düşünürdü, düşündüğü için yürürdü, yürüdüğü için acı çekerdi, acı çektiği için ölmek isterdi, ölmek istediği için de ölümü anlamak isterdi, anlayamadığı için de daha fazla acı çekerdi. Sonra da yirmi dört saatin acı için kısa bir süre olduğunu düşünürdü. Sonra bağırmaya başlardı, “Neden gün yirmi dört saat?” diye. Bu sayede benimle alay edecek zamanı da kalmazdı. Fakat işler böyle yürümüyor. Bu beni öylesine deli ediyor ki kamburum olmasa yetkililerle konuşmak ve onlara “Tüm ölmüş insanların maskelerini takan ve sonra insan gibi davranan sahtekârları toplayın!” demek isterdim. Yetkililer kamburu olan insanları sevmiyor, bunu kendimden biliyorum. Sırf beni görüp o iş yerlerindeki ciddiyetlerini bırakıp gülmeye başlamamak için bana para veriyorlar. Çalışırsam bana güleceklerini biliyordum. Yine de bundan korktuklarını, bana para verecek kadar delirdiklerinde anlamıştım. Bu duruma çok kızıyorum ve onlardan intikamımı daha fazla yürüyerek alıyorum. Mesai esnasında insanlar ne kadar uzun süre beni görürlerse o kadar işlerinden geri kalırlar diye düşünüyorum. Onlardan daha çok acı çeksem bile onların işlerini yavaşlatmak için elimden geleni yapıyorum.

 Bugün parkın karşısında bir cenazeyle mezarlığa doğru giden insanlar gördüm. Bu insanların hepsi siyah giyinmişti. Gözlerindeki siyah büyük gözlükler bana sinekleri anımsattı. Sanki aralarına aldıkları cenaze büyük bir dışkıydı ve bu sinekler de alabildikleri kadar besini midelerine indirmeye çalışıyorlardı. Böyle düşününce midem bulandı ve kusmak istedim ancak kusamadım. Çünkü etrafınızda bir ölü varsa onun yakınlarında bir yere kusmak saygısızlık olurdu. Her ne kadar ölünün bunu anlayabileceğini düşünmesem de sonuçta saygı kuralları, uyulsun diye konmuştu. İçimde bu cenazeyi takip etmem gerektiğine dair bir istek uyandı. Koca sinek güruhunun arkasına geçtim ve onlar gibi yavaş yavaş yürüdüm. O an keşke bir akbaba da bana eşlik etseydi diye iç geçirdim, çünkü mevzubahis bir cenazeyse akbabadan daha iyi bir ortak düşünülemezdi, öyle değil mi? Cenazeyi Hristiyan mezarlığına kadar götürdüler. Belirli bir mesafeden neler olduğunu izlemeyi sürdürdüm; ama bir süre sonra canım sıkılmıştı çünkü tüm cenazelerde olan klasik eylemler yapılıyordu. Bazı insanlar ağlıyordu, bazı insanlar da o ağlayan insanları teselli ediyordu. Diğerleriyse ölen kişiyi gömüyordu. Ölen kişi de saygısızlık yapmamak için ölmeye devam ediyordu. Bu sırada cenazenin yakınında duran adamlardan biri gözyaşlarını silmek için gözlüğünü çıkardı. O an, bu adamın kim olduğunu anlamıştım. Bu, kötüler kötüsü kasaptı.  Kasabın ağlayabildiğine şahit olduğum için kendimi şanslı saydım. Cenazeyi tanıyor olabileceğime dair içime bir his doğdu. Etraftakilere daha dikkatli bakmaya başladım ve şaşırdım çünkü herkesi tanıyordum. Bunlar benim sirkimde defalarca bulunmuş kötü insanlardı. Yalnızca bir kişi eksikti: Anahtarcı! Gerçekten sirkimin uzun zamandır sahibi olan adam ölmüş müydü? Bunu nasıl anlayacaktım, yanlarına gidersem ağlamayı bırakıp bana gülmeye başlarlardı. İnsanlar en acılı anlarında bile gülmeye eğilimlilerdir, çünkü bencildirler. Neyse ki Tanrı, benim merakımı giderecek bir işaret gönderdi ve yanımdan hızla siyahlara bürünmüş bir kadın geçti. Hafif tombuldu, belki de hamileydi. Kadın yeni kapatılmış toprağa kapaklandı ve yüksek sesle ağlamaya başladı. Diğer bir kadın, sürüsü dışında dışkıya saldırmış bir sineği bertaraf edercesine, bu kadını iterek düşürdü. Düşen kadının etrafı toz toprak olmuştu. Bu kadını düşüren kadın… Bu şekilde kişilerin karışacağını düşünüyorum, bu sebeple düşene esmer, düşürene de sarışın diyeceğim. Sarışın kadın bağırmaya başladı: “Senin burada ne işin var? Bize yaptıkların yetmedi mi? Görmüyor musun, öldü işte!” Etraftaki insanlar, az önce ağlamıyorlarmış gibi, iki kadının etrafında kümelendiler. Esmer kadın ilk saldırının etkisinden kurtulduktan sonra sarışın kadının boğazına doğru davrandı. Fakat sarışın kadın bu saldırıya esmer kadının saçlarını çekerek cevap verdi, kavga iyiden iyiye kızışıyordu. Beynimin içinde kimin kazanacağına dair bahisler açılmıştı, tam o sırada tezahüratlar ve küfürlerin arasında gerçeklikten gelen bir ses dünyamı aydınlattı. Yakınımdan bir ses “Ey Tanrı’nın insanları, Uriel’in misafirlerini rahatsız etmeye utanmıyor musunuz?” dedi. Sesin sahibi genç bir papazdı. Suratında ciddi bir ifade vardı. Yüzü parıldıyordu. Bu sözler üzerine kavga eden kadınlar birbirlerinden ayrıldı. İkisi de uzak bir köşeye geçtiler. Şüphe yoktu, esmer kadın, dedikodularda adı geçen Anahtarcı’nın metresiydi. Kadını dikkatle süzdüm. Gerçekten aldatmak gibi bir eylemin gerçekleşmesi için ne kadar güzel olmak gerekirdi? Bu ölçütü bilmediğimden olacak ki kadını o kadar güzel bulmadım. Benim bu düşüncelerim arasında genç papaz, cenazenin gömülü olduğu yere çoktan gitmişti. Artık bu cenaze ilgimi çekmiyordu. Eve dönmeye karar verdim. Sokağa girdiğimde uzun zamandır hayalini kurduğum sessizliği bulmuştum. Huzur içinde evime gittim. Günün sonunda Anahtarcı’nın artık insan olmaya daha yakın olduğunu düşündüm.

                                                                                                                      Devam edecek...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ölmeye Dair

Yaşanılan olmayacak mıyız en nihayetinde? Kısacık bir anı hapsedercesine, Kaydederken aklımızın bir köşesine; Karanlıklara karıştığında sevdalarımız, Adımızı hatırlayan son insan öldüğünde Hiç olmayacak mıyız, tozlara karışmışken; Çelişkiler yumağına dönmüşken, Tadı damağımızda kalmış aşkları Birer birer geride bırakırken; Veda edemediğimiz soğuk elleri Huzura hasretle teslim ederken, Muştulu haberleri beklemeyecek miyiz? Doğumunu hatırladığımız güneşin, Sevdiğimiz batışını hafızamıza kazırken gelen Hüzünlü mırıltıların doğurduğu gelecek hayalini Gömerken kasvetli hayatlara; İnanmak istemezken kapımızı çalacak, çalması gereken: Sahi, yaşanılacak olmadık mı, en nihayetinde?                                                                                 ...

Heraklitos Çeşmesi

Hikayeleri vardı ama anlatamazdı İnsanlarca gözyaşı döksen nafile, zaman gibi geçip gitti Özlem diyarlarına çadır kurdum, tepeler gül kırmızı Kırlarında yürüdüğüm hatıralarında çocukluk korkularım, Tanrıça Asteria’nın kokusu yayılırken etrafa, doğuyorum Sarı saçlı kadının uyandırdığı sabahın ilk ışıklarıyla aynı tarafa, Beyaz tenli, siyahlara bürünmüş gülümsemeye hapsoluyorum, Belirsiz portrelerde ortaya çıkmış unutulma hastalığı,  Kaybettiğimiz her erdem, aşkın ayak sesleri, Hatırlamadığımız kitaplarda yazan yemek tariflerinde geçen şifalı bitkiler reçetesi, Açıklanmadan anlaşılmayı bekleyen savaş sözcükleri, Aynı nehirde iki defa yıkanmış temiz çarşafları andırırken Ben yüzme bilmiyorum                                                                                     ...

Yalınsızı

İnanıyordum ki, bir insanı gözlerimle öldürebilirim Susmayı kelimelere tercih ettiğim zamanlarda Sesime hangi duayı yakıştırabilirim Durdurulamaz çığılar başlatmışken çığlıklarımla Tanrıyla arama bir kedi daha sokabilirim Nafile yardımlar, yaşamakla verdiğim savaşımda Varlığımı hangi felsefeye dayandırabilirim Beşir Fuat'ı anmadığım anlarda Ve nasıl sona ulaşabilirim Böylesine asi bir çocuk edasıyla Çıktığım sınav kağıdına karaladığım satırlarda yasını tutuyorum kalemimin İnandıramadım samimiyetine kalbimin Vah! Ki ne vah... Didar ÇAVDARCI