Ana içeriğe atla

KAPLUMBAĞA


 1.Gün

 “Evren kusursuz bir başkaldırıdan ibarettir.” bunu ben söylemiyorum, bunu söyleyen insanı tanımıyorum ancak bu sözün doğru olmasını istiyorum. Yalnızca benim değil, herkesin bu sözün doğruluğuna inanması gerektiğini de düşünüyorum. Zaten insan neden böyle düşünmez ki, anlamıyorum. Kendimi sırf  “ben” olduğum için taşıdığım onca sürede her şey anlamsız başlangıçlar ve sonlardan ibaretken, yürümek denen eylem dışında, hareket alanım bile kısıtlıyken, yaşamak için ihtiyacım olan suyu bile neden para ile aldığımı soramazken, ucu bucağı belirsiz evrenin kusursuz bir başkaldırıdan ibaret olduğunu düşünmek beni rahatlatıyor. Bu durum bana öyle bir rahatlık veriyor ki bazen sırf bu durum sayesinde ayakkabılarımın ayağıma vurduğunu unutuyorum. Yürümek, şu dünyanın en sefil ve acı veren eylemi. Hayır, bunu ayakkabılarım ayağıma vurduğu için söylemiyorum, bunu her yürüyüşümün sonu olan evimin sokağından geçmek zorunda kaldığım için söylüyorum. Acaba milyonlarca yıllık evrim sürecini evime giden yolda utanç duyarak heba ettiğimi atalarım görse benim hakkımda ne düşünürlerdi, bunu merak etmediğim bir gün bile yoktur. Aslında, keşke onların yerinde ben olsaydım, diyorum. Zaten zayıf olan bedenimin kaldıramayacağı ağırlıklar altında huzur içinde ölmek, insanların arasından geçerken onların bakışlarına maruz kalmaktan daha onurlu bir eylem olurdu. Çevremde var olan tüm insanlar benim eve yürümemi bekliyorlar. Bu yürüyüş başladığında onların beyinlerinin içinde kurulmuş olan sirke dâhil oluyorum. Eğlencenin malzemesi ben olduğum için bu sirkte eğlenmeyen tek kişinin ben olduğum gerçeğini tüm izleyenler tabii ki göz ardı ediyor. Bu sirkin sahibi, anahtarcı, çünkü evime geçerken karşıma çıkan ilk insan o. (Aslında Anahtarcı’ nın, karısı dışında başka bir kadına ev tuttuğuna dair bir söylenti dolanıyor. Dedikodunun tarihinin ilkel insanlara kadar dayandığını düşünürsek, her duyduğumuza inanmamızın ne kadar tehlikeli olduğunu anlamış oluruz. Yine de anahtarcının kötü bir insan olduğuna eminim. Bu yüzden buna inanmayı tercih ediyorum.)  Her ne kadar modern insanlar olmuş olsak da ilk görenin kazanmasıyla ilgili kural ne yazık ki günümüzde de geçerliliğini koruyor. Beni işaret ederek seyircilerle konuşmaya başlıyor:

-Şu insansıya bakın efendiler! Bir kolu diğerinin iki katı uzunluğunda! Evet, şu ucubeye bakın, gülün hadi!

 Sonra, sanki Anahtarcı’nın yardımcılığını yapıyormuşçasına, beni kapattıkları kafesin yanına manav yaklaşıyor. Tombul elleriyle göbeğini tutarak konuşuyor:

-O da bir şey mi, bir bacağı da kısa! Böyle bir şey nasıl olabilir! Hem kolu büyük hem bacağı kısa, üstelik hala utanmadan yürüyebiliyor! Gülün efendiler, bu duruma ancak gülünür.

 Balkonda oturan emekli albay, çöpleri karıştıran evsiz, sokakta elma satan yaşlı kadın hep birlikte bu aciz halime gülmeye başlıyorlar. Dünya tarihinin en demokratik eyleminin kurbanı ben olmuş oluyorum. Bu utancın yettiğini düşünmek istesem de buna izin vermiyorlar. Bu kez mikrofonu kanlı önlüğünü çıkarmadan sirke koşmuş olan kasap alıyor. Önce herkesin susmasını bekliyor. Sonra ciddi bir hava oluşturmak için kendini hazırlıyor, terini elinin tersiyle siliyor. Tok bir sesle:

-Gördüğünüz ve güldüğünüz size yetti mi? Umarım yetmemiştir. Çünkü bu güzel insanlar bir şeyi unuttular. Aslında hepimiz unuttuk. Bu ucubeyi aslında ucube yapan ne? Hatta en çok göze batanın da o olması gerekiyordu. Bilen yok mu? ( Sirkte olan herkes düşünmeye başlar.) Evet, ön sıradaki ufak dostumuz söz istiyor. Neyi unuttuk, bizi aydınlatabilir misin?

 Bu, sokakta top oynayan çocuklardan biri! Zaten her zaman en acımasız eleştirileri çocuklar yapar. Kollarındaki güçsüzlük görünmesin diye dillerine ve gözlerine yatırım yaparlar.

-Kamburu unuttunuz! O korkunç kamburu yüzünden bir ucubeye benziyor zaten! Bir gün yürürken o kambur sayesinde yuvarlanmasını diliyorum. Günlerce gülebileceğimiz bir görüntü olmaz mıydı?

 Herkes kahkaha atmaya başlıyor. O kadar ki sirkteki diğer tutsak deliler, hatta cüceler bile bu herkese dâhil oluyor. Beni elleriyle işaret edip saatlerce gülüyorlar. Çünkü insan acımasızdır. Kendileri dışında bir insanın yaşadığı her olay, onların gülebileceği komik bir hikâyeyi hazırlar. Aslında her çağda insan acılarla alay eden bir varlık mıydı, yoksa modern olduktan sonra mı bu özelliği kazandı, bundan tam emin olamıyorum. Çünkü kamburluğun aşağılanmasıyla ilgili kimse tarihi bir araştırma yapmamıştır. Her neyse, insanlar gülmeyi bırakınca kasap, “Ah çocuğum, ne doğru söyledin, ama bizi mazur gör, böylesine bir çirkinlik karşısında nereye dikkat edeceğimizi şaşırdık. Evet, şu kambura bakın. Bıçağım yanımda olsaydı da ne kadar et çıkacağını size gösterebilseydim. Tabii, kesmek çok zor olurdu. Derisinin ne kadar kalın olduğunu tahmin edersiniz. Sanki içinde demir var!”  dedikten sonra ben eve girene kadar herkes elindeki çöpleri bana atmaya devam ediyordu.

 Biliyorum, görünürde bir kafes ya da Anahtarcı’nın yönetiminde olduğu bir sirk yok. Ne olursa olsun ben yürürken beni izlediklerini biliyorum. İçlerinde, bana acıyanların varlığını hissediyorum, yürümenin ne kadar büyük bir eziyet olduğunu anlamak için yürürken acı çekmek gerekir. Eğer Tanrı cehennemi yalnızca ateşle doldurmamışsa bazı alanları boş bırakmıştır. Bazı Zebanilerin ve Meleklerin kendi aralarında buralara ne konulacağını tartıştığını duyar gibiyim. Oralara hiçbir şeyin konmayacağını biliyorum. Bu boşluk ben ve benim gibi yürürken cehennemi yaşayanların yaşam alanı olacak. Bir noktada “Cehennem, kamburların ayaklarının altındadır.” diyebilirim.

 En çok zoruma gidense benim yürümemi görüp eğlenen insanların bundan büyük keyif aldıklarını biliyor olmam. Hiçbiri bana bakmıyor gibi görünseler de benim her hareketimi büyük bir zevkle izlediklerinin farkındayım. Ne zaman dışarı çıksam benim geleceğim vakti hesaplamaya başlıyorlar. Bunu yaparken de beni tanımayan diğer insanlara yakalanmamak için farklı işlerle uğraşıyormuş gibi görünüyorlar. Mesela Anahtarcı, yeni evlenmiş çiftin anahtarını kopyalarken ne düşünüyor? İnsanlar onun metresini veya karısına uyduracağı yeni yalanları düşündüğünü zannedebilir. Külahıma anlatsınlar bunu! Beni ve kamburumu düşünüyor. Yürürken nasıl zorlandığımı, bunun yüzüme nasıl yansıdığını düşünüyor. Kamburuma takılacak yeni isimlerin neyle kafiyeli olması gerektiğine dair fikirler yaratmakla uğraşıyor. Peki, manav, tüm gün ailesiyle mutlu mesut yaşayacağı geniş evin parasını nasıl biriktirebileceğinin hayalini mi kuruyor? O adamın karısını sevdiğini sanmıyorum. Bir kere kadın pırasaya benziyor. Bir manav bir pırasayla ancak silah zoruyla evlenebilir. Tabii ki o da beni düşünüyor. Dostlarına bugün beni hangi meyveye benzetip anlatacağıyla ilgili derin düşüncelere dalıyor. Kasap da masum değil. Zaten bu kasabın masum olması gibi bir durumun konuşulması bile saçma. Sabahtan akşama kadar (et parçalamak dışında) tavla oynayan kasabın sokağa yeni gelen bakkalı nasıl yeneceğine dair fikirler ürettiğini ancak bir çocuk düşünebilir. Onca insanın düşüncelerini sırtlamış olan ben, kimin ne düşündüğünü bir bakışta anlarım! Kasap yalnızca gün içinde değil, uyurken, sevişirken, kesilecek koyunları seçerken, nefes alırken, para sayarken yani her an benim kamburumun sallanışını düşünmekle meşgul. Hepsinden nefret ediyorum. Bir tek yeni gelen bakkala karşı bazı iyimser duygularım var. O beni görmedi. Ayrıca kimsenin ona benden bahsettiğini hissetmedim. Bu ne kadar uzun devam ederse, bir insan benden ne kadar haberdar olmazsa sirk o kadar boş olur.

                                                                                                                          Devam edecek...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ölmeye Dair

Yaşanılan olmayacak mıyız en nihayetinde? Kısacık bir anı hapsedercesine, Kaydederken aklımızın bir köşesine; Karanlıklara karıştığında sevdalarımız, Adımızı hatırlayan son insan öldüğünde Hiç olmayacak mıyız, tozlara karışmışken; Çelişkiler yumağına dönmüşken, Tadı damağımızda kalmış aşkları Birer birer geride bırakırken; Veda edemediğimiz soğuk elleri Huzura hasretle teslim ederken, Muştulu haberleri beklemeyecek miyiz? Doğumunu hatırladığımız güneşin, Sevdiğimiz batışını hafızamıza kazırken gelen Hüzünlü mırıltıların doğurduğu gelecek hayalini Gömerken kasvetli hayatlara; İnanmak istemezken kapımızı çalacak, çalması gereken: Sahi, yaşanılacak olmadık mı, en nihayetinde?                                                                                 ...

Heraklitos Çeşmesi

Hikayeleri vardı ama anlatamazdı İnsanlarca gözyaşı döksen nafile, zaman gibi geçip gitti Özlem diyarlarına çadır kurdum, tepeler gül kırmızı Kırlarında yürüdüğüm hatıralarında çocukluk korkularım, Tanrıça Asteria’nın kokusu yayılırken etrafa, doğuyorum Sarı saçlı kadının uyandırdığı sabahın ilk ışıklarıyla aynı tarafa, Beyaz tenli, siyahlara bürünmüş gülümsemeye hapsoluyorum, Belirsiz portrelerde ortaya çıkmış unutulma hastalığı,  Kaybettiğimiz her erdem, aşkın ayak sesleri, Hatırlamadığımız kitaplarda yazan yemek tariflerinde geçen şifalı bitkiler reçetesi, Açıklanmadan anlaşılmayı bekleyen savaş sözcükleri, Aynı nehirde iki defa yıkanmış temiz çarşafları andırırken Ben yüzme bilmiyorum                                                                                     ...

Yalınsızı

İnanıyordum ki, bir insanı gözlerimle öldürebilirim Susmayı kelimelere tercih ettiğim zamanlarda Sesime hangi duayı yakıştırabilirim Durdurulamaz çığılar başlatmışken çığlıklarımla Tanrıyla arama bir kedi daha sokabilirim Nafile yardımlar, yaşamakla verdiğim savaşımda Varlığımı hangi felsefeye dayandırabilirim Beşir Fuat'ı anmadığım anlarda Ve nasıl sona ulaşabilirim Böylesine asi bir çocuk edasıyla Çıktığım sınav kağıdına karaladığım satırlarda yasını tutuyorum kalemimin İnandıramadım samimiyetine kalbimin Vah! Ki ne vah... Didar ÇAVDARCI