4.Gün
Suskunluk yorucu bir çaresizliktir. Bunu ben
demedim. Bunu diyen kişiyi tanıyorum. Bu sabah çayımı içerken siyah
buzdolabımın eskisi kadar siyah olmadığını fark etmemin yanında içimde biriken
ölüm korkusunun yalnızlıkla buluştuğunu hissettim, unutamadığımız anılar bize
cehennemden kesitler sunuyordu; dün ise bir kaplumbağanın Anahtarcı’dan daha
uzun yaşayabildiğine şahit olmuştum. Bütün bunlar bugün nereye gitmem
gerektiğine karar verdirtti bana: Anahtarcı’nın mezarını ziyaret edecektim.
Sokağa çıktığımda eskiden bana gülen insanların o an için benimle
ilgilenmediklerini fark ettim. Uzun olan elimle kamburumu kontrol ettim,
yerinde duruyordu. Benimle dalga geçmelerinin nedeninin Anahtarcı olduğuna
inanmak istiyordum. Bu mümkün müydü? Tüm kötülük Anahtarcıdaydı ve artık o
satışlarını cehennemde yapacaktı! Atabildiğim kadar hızlı adımlarla bir
çiçekçiye gittim. Çiçekçi kadını betimleyemeyecek kadar fazla işim vardı. Ona
“kötü” bir adamın mezarına bırakılabilecek en güzel çiçeğin hangisi olduğunu
sordum. Adını bilmediğim ya da bilmek istemediğim bir çiçeği elime tutuşturdu.
Hemen çiçekçiden çıktım. Mezarlık boyunca yere bakarak yoluma devam ettim.
Düşünmek istemiyordum. Beynime betimlenecek bir imge vermek istemiyordum. Tüm
hayal gücümü o mezarın başında kullanacaktım. Acılı yolculuğun sonunda mezarlığa
ulaştım ancak Anahtarcı’nın adını ve dün yaşanan olayın hangi mezarda
yaşandığını hatırlamıyordum. En sonunda mantıklı olanın dünü, kafamda
canlandırmak olduğunu düşündüm. Olayı izlediğim yere geçtim. Karşıma düşen
mezara baktım. Anahtarcı’nın olduğunu düşündüğüm bir mezarı gözüme kestirdim ve
karşısına dikildim. Çiçeği mezarın üstüne bıraktım ve “Nasılsın? Benimle dalga
geçemeyecek kadar alçakta olmak nasıl bir duygu? Cevap veremiyorsun, değil mi?
Görüyorsun ya, ben bir kamburum ve sen de bir ölüsün. Senden daha iyi
durumdayım. Senden daha çok şey göreceğim. Ben kazandım.” dedim. Sesimi fazla
yükseltmiş olacağım ki boşlukta yankılandı. Birkaç saniye daha toprağa bakıp
mezarlıktan çıktım. Mezarlığa gelirken çok yürümüş ve yorulmuştum. Kilisenin
banklarından birine oturup gözlerimi kapattım. Düşündüm, simsiyah boşluğu hayal
ettim, o boşluğun içinde duran küçük beyazlığa odaklandım. O beyazlık bana bir
şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bir şeylerin haberini saklıyor gibiydi.
Ayaklarımın uyuştuğunu hissettim. Nefesim daralıyordu, ama öldüğümü
düşünmüyordum. Yalnızca bedenim, ölüm ile ağlamayı birbirine karıştırmıştı.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bağırıyor ve düşüncesizce Tanrı’nın adını ağzıma
alıyordum. Bir yandan kendimi durdurmaya çalışırken diğer yandan sesimi daha da
yükseltiyordum. Tam o sırada kamburuma birinin dokunduğunu hissettim. Sesinden
bile alkolün ve şarabın tadını aldığım biri ” Neyin var dostum?” dedi. Yüzümü
elin ve sesin sahibini görmek için yukarı kaldırdım. Bu, dün gördüğüm genç
papazdı. Bir şey dememe izin vermeden yanıma oturdu. “Dün cenazede seni
görmüştüm, herkesten uzakta duruyordun. Çok mu seviyordun o adamı?” diye sordu.
Bir şey diyemedim, sadece başımı salladım. Gülümsedi, demek ki Tanrı daha çok
seviyormuş, dedi. Sonra da, Tanrı’ya inanır mısın, diye ekledi. Gitmek
istiyordum, Tanrı hakkında bir şeyler duymak istemiyordum. Gidemedim, bazen,
demekle yetindim. Papaz şaşırmıştı, “nasıl bazen” dedi. “Onun bana inandığı
zamanlar ben de ona inanıyorum diğer zamanlarda zaten etraf karanlık oluyor.” dedim.
Düşündü, aslında düşünmeye çalıştı demek daha doğru olur. Etrafına baktı.
Nerede olduğunu anlamaya çalışır gibi bir hali vardı. O bunu anlamaya
çalışırken ben de nerede olduğumu düşündüm. Bir mezarlığın karşısındaki
kilisenin bankında sarhoş olduğunu düşündüğüm bir papazla Tanrı hakkında
konuşuyordum. Üstelik kamburdum. Sonunda papaz sözlerini toplamayı başardı ve
“Ancak Tanrı sana inanıyor, karanlıkta da aydınlıkta da.” dedi. “Vaaz için
teşekkür ederim.” dedim. Bir papazdan Tanrı’yı dinlemek yorucuyken sarhoş bir
papazdan Tanrı’yı dinlemek insanı büyük bir anlamsızlığa sürüklüyordu. Kalkma
girişimimi uzun olan kolumu tutarak engellemeye çalıştı. “Seni kurtuluşa
çağırıyorum. İçinde olduğun şu çaresiz ve günahkâr halden sıyrıl. Yüce
yaratıcının kollarında yeniden hayat bulacağın güne saflıkla eriş. Tanrı var.
Bizi görüyor. Bizi dinliyor. Ona karşı gelme! Ben seni davet ediyorum. Ben...”
son sözünü bitirmeden sızmıştı. Oradan uzaklaşmam gerektiğine artık emindim. Bu
konuşmanın bana keyif veren bir yönü vardı. Aslında her zaman sarhoş bir din
adamıyla konuşmak istemişimdir. Sonuçta soyut varlıklardan bahsedip bunların
varlığına inandırmak tartışmasız dünyadaki en ilginç işlerden biriydi ve aynı
etkiyi sarhoşken yapmanın olasılığı imkânsıza yakındı. Tanrı, varlık halini her
an koruyamazdı. Bunu yapması mümkün olan bir canlının olmasını kimse istemezdi.
Bir esneklik olmalıydı. Bu esneklik bir kapıyı aralamalıydı, bu kapıya insanlar
inanç demişti ben de bu inancın olmayışına sarhoşluk demiştim, elbette bunu kimse
umursamayacaktı.
Eve yaklaştığımda ayağımın ağrısını ve
kamburumu hatırlatacak biçimde insanların beni yeniden izlemeye başladığını
hissettim. Sirk, küçük bir aranın ardından tekrar açılmıştı. Bu kez işler
Manav’ın sunuculuğunda ilerliyordu. İnsanlara beni gösterip Anahtarcı’ nın
sözlerini ve kendi sözlerini daha da sertleştirerek etrafa saçıyordu. Bir an
için izleyenlere baktım. Aralarında öyle biri vardı ki, ağzımda iğrenç bir tat
hissetmeme neden oldu. O an papazdan nefret ettim çünkü bunu ondan başkasının
yapmaya gücü yetmezdi. Gülenler arasında Tanrı da vardı.
Adımlarımı sıklaştırıp eve gitmeye çalışıyordum. Bunu yapmamın işleri daha da kötüleştireceğini nereden bilebilirdim ki? Sokakta oynayan çocukların topu kamburuma çarptı, oradan da duvara ve sonra da yere indi, sanki az önce dünyanın en kahredici olayının başrolü değilmiş gibi öylece durdu indiği yerde. Bana gülmeye başladılar. Kendimi hızla eve attım. Canım yanıyordu. Dünyanın en kötü gününde doğmuşum ve bu durumun farkındaymışım gibi ağlıyordum. Artık beni bakkal da bilecekti. Attığı top kazara kamburuma çarpan çocuk, heyecanla bakkala gidecek ve olan olayı ona anlatacaktı. Bakkal kahkaha atıp, kasabın yanına gidecekti. Bakın, benim toplarım sağlamdır, kamburların sırtında harika seker, diyecekti. Belki çok keyiflenirse olayı anlatan çocuğa bedava şeker verecekti. Artık mahvolmuştum.
Devam edecek...
Yorumlar
Yorum Gönder